
Teberik
İçinde bulunduğumuz zamanın ruhunu en iyi yansıtan, yüreklerinin aralıklı kapılarından dışarıyı seyreden yorgun demokratlar... Bunca insansızlığın içinde, dövüşenlere mesafeli duranlar, onları kendi eksikliklerini aşmak için yaralarını öpen insanlara benzetiyordu. Bu kavgada, direniş halkların kutsal bir teberiği gibiydi; her türlü tehlikeden korunmalıydı. Aksi takdirde, ihanetin kapıyı çalması an meselesiydi.
Asırlardır zulme karşı direnenlerin emanet ettiği teberiğin kıymetini bilmeyenlerin, kendilerini dizlerinin üstünde bulmaları uzak bir ihtimal değildir. Her şey dönüp dolaşıp direnişte düğümleniyordu. Bunun farkında olan düşman, en çok bu noktadan yükleniyordu. Çünkü direnmek, cesaret gibi bulaşıcıydı. Son kişi kalsa bile, o direnen yok edilmeliydi. Onu gören ve koşullara boyun eğenler arasında ufaktan kıpırdanmalar başlıyor, zamanla onlar da direnenlerin saflarına katılıyordu.
Bu nedenle, bu kavga sürecek. Hepimiz, tek kişi kalsak bile, bizden önce düşenlerin bize emanet ettiği o teberiği her koşulda, canımız pahasına saklayacağız. Çünkü o kapılar yalnızca kendinde bir özne sıfatı olanlara açılır; rüzgârda bir yaprak gibi oradan oraya savrulanlara değil. O kapılar, zalimlerin zulmüne gözlerini kapayamayanlara açılır. Onlar gözlerini kaparsa, kirpikleri bulut olur ve o bulutun yağmuru onları boğar.
Gerçeğin karşısında herkes, kendi vicdanının aynasında üryandır. Orada sizin ayıbınızı saklayacak ya da örtüneceğiniz bir minare bulamazsınız. Kendi gerçeğinizle göz göze gelirsiniz. Zulmedenler, ellerinde öldürülmüş çocukların kanıyla size baktığında, ya onların yüzüne tükürürsünüz ya da suskunluğunuz, bir tokat gibi kendi suratınızda patlar.
Ellerinde dünyayı doyuracak kadar yiyecek bulunanların doymazlığı, diğer insanların açlıktan ölmesine neden oluyorsa, adil olan, bu doyumsuz sistemi ortadan kaldırmaktır. Eğer biz bu adaletsizliğe seyirci kalıyorsak, bizim de bir yanımız bizden uzaklaşmış, yüreğimizin bir köşesi çürümeye başlamış demektir. Bu suskunluk, ömrümüzün kışına bir göz kırpma kadar yakın olduğumuzu gösterir.
İnsanı edilgen ve kötürüm eden duyguların anası korkudur. Bu duyguyu yüreğinden atamayan, yüz yıl da yaşasa yine de yaşamış sayılmaz. Bizim için yaşamak, direnmek olmalıdır. Bizi kendimize götürecek kapıyı açacak tek anahtar, kenar mahalle çocuklarının avuçlarını ısıtmaya yetmeyen soluklarında saklı duran korkunun üstesinden gelmektir. Uğruna ölümlere gidilen sevdaya, artık bir adımlık mesafedeyiz. Gerisi boş.
Umutsuzluğun eşiğinden kimse güle oynaya atlamaz. Kendine güç alacağın, fırtınalarda tutunacağın değerler bulmalısın. Eğer bulamazsan, kendini umutsuzluğun eşiğinde görürsün. Ben, yaralarımdan güç alıyorum. Yaşadığım bütün yoklukların ahını bu köhne düzene affetmiyorum. “Yılgınlığın sofrasına bağdaş kuranların” bu köhne düzenle çok da alıp vereceği yokmuş, demek ki.
Erdal Ekinci