Kendimiz İçin Var Olmak!

Kendimiz İçin Var Olmak!

Yaşamak, nasır tutmuş eller için gecenin zifiri karanlığında derin bir iç çekiştir. Heder edilmiş hayatlarını yaşamak arzusuna hoş bir anlam yükleyen, kendi karanlıklarında farkında olmadan başkaları için var olanların ayağa kalkışı, Şapkalı’nın  ardıllarının kapılarını çalmasıyla başladı.

İlk adımla başlayan bu uzun yürüyüş, kimilerince yolun yarısına bile varılamadan, “arpa boyu yol” bahanesiyle sona erdirildi. Kendilerini özne olarak görmeyen, ezilenlerin yükünü omuzlarında taşımayanların yanıldığı nokta şuydu: Mücadeleyi “yarın devrim olacak” diye değil, bize dayatılan bu sömürü düzenini reddettiğimiz için vermeliydik. Devletin örgütlü gücünü elinde tutanlar, en küçük karşı koyuşu bile zor yoluyla bastırıyor; her geçen gün ezilenler üzerindeki zulmü artırıyor, şiddetin dozajını yükseltiyor.

Ama bıçak kemiğe dayandı. Ve bu, sadece devletin zulmü yüzünden değil. Asıl sebep, bizim bunca haksızlığın karşısında sus pus olmamız. Sessizliğimizle kendimize yabancılaşıyoruz. Daha fazla küçülmemek için ayağa kalkmalıyız. Kendimiz için var olmalıyız. Bizi sarmalayan bu köhne düzeni sürdürmek için değil, onu yıkmak için yaşamayı seçmeliyiz. Bizim gibi sömürülenler, bizi sadece çalışmak için var sayanlara karşı durabilmeli. Kendimiz için var olmak, sadece kendimiz için dövüştükçe bir anlam kazanacak. Ödünç sesle konuşan bu kalabalığın içinde, kendi sesimizle bağırmalı, haykırmalıyız. Düşmanın diliyle değil; onun yarattığı korku ikliminin etkisiyle boğazımıza kaçan dilimizi kendi direniş türkülerimiz için kullanmalıyız. Kendi yüreğimizle, kendi kültürümüzle, kendi değerlerimizle, sanatımızla ve edebiyatımızla konuşabilmeliyiz. Koşullar ağır diye kendimiz olmaktan vazgeçmemeliyiz. Ağırlaşan şartların kuyusunda kendimizi boğmamalıyız.

Kendisi için dövüşmeyen, başkaları için yaşıyor demektir – bu sömürü düzeni için. Bize layık görülen bunca haksızlığa artık boyun eğmemeliyiz. Çünkü bu “uygar düzen”, her gün kadınları öldürüyor, çocukları katlediyor. Bazen aç bırakarak, bazen üzerlerine bombalar yağdırarak…Filistin’de 12 bin çocuk, dünyanın gözleri önünde, İsrail tarafından katledildi. Ve biz hâlâ susuyoruz. Eve götürdüğümüz ekmek her ay biraz daha küçülüyor. Onlar doysun diye bizim çocuklarımız aç yatmak zorunda bırakılıyor.

Avrupa’da böylesine bir sefalet yok, ama sistem bizi birer nesneye dönüştürüyor. Onların balını böreğini yedikçe, o sistem de bizim değerlerimizi tüketiyor. Sisteme bağlılık, ister istemez ona kulluğu getiriyor. Avrupa, devasa bir değirmen gibi… Durmadan öğütüyor. Öğüttükçe küçültüyor. Ne çok devrimci, demokrat geçti kapılarından. Şimdi hepsi o değirmenin çarkları arasında ezilip ufalandı. Artık hiçbiri alanlarda değil. Ellerindeki imkânları mücadeleye kaldıraç yapmak yerine, balı kaymağı yedikçe özne olma sorumluluğunu başkalarına havale ettiler.

Bekliyorlar; birileri mücadeleyi sırtlayıp götürsün diye… Hele ki yaprağın bile kıpırdamadığı şu günlerde, güneşi balçıkla sıvamak daha da kolay. Ama biz, “yarın devrim olacak” diye değil, bize reva görülen bu adaletsizliği kabul etmediğimiz için ayağa kalkmalıyız.

Erdal Ekinci