Kemalist Hareketin Kısa Bir Anatomisi

Kemalist Hareketin Kısa Bir Anatomisi

50 yıl önceki tezlerimizi defalarca okumuştum ama bir kez daha okudum. Bu yazıda, Kurtuluş Savaşı ve sonrası üzerinde biraz fikir yürüteceğim. Değişim yasaları, yarım asır öncesindeki tespitlerimizi ister istemez, yeni şartların vaaz ettiği yönde gözden geçirmemize, irdelememize yol açıyor. Kemalist harekete dair tezlerin, yarım asır sonra, temel noktalarda isabetini ve gücünü koruduğu açık. Onun için ben bu yazıda ayrıntılar üzerinde duracağım.


Kurtuluş Savaşı ve Kemalist hareket üzerine yazılan tezler bizim temel tezlerimizden biriydi. Tezin can alıcı noktaları, Kurtuluş Savaşı’na hangi sınıfların önderlik ettiği, savaşın amacı ve savaş sonrası dönemlerin genel hatlarıyla irdelenmesiydi.


Tezler, Kurtuluş Savaşı’nın milli bir devrim, Kemalist bir devrim olduğunu kabul ediyor, bu devrime, “Türk komprador büyük burjuvazisi ve toprak ağaları sınıfının” önderlik ettiğini, millî karakterdeki orta burjuvazinin ise yedek güç olarak katıldığını belirtiyordu. Bu tespit, bugün de geçerliliğini koruyor ve komünist hareketi diğerlerinden ayırıyor. Tezlere göre, “Devrimin önderleri, daha anti-emperyalist savaş yıllarında iken İtilaf emperyalizmi ile el altından iş birliğine girişmişlerdir.”


- Burada, üzerinde düşünmemiz gereken iki nokta vardır. Birincisi, savaşın anti-emperyalist olarak nitelenmesi, ikincisi ise, devrim önderlerinin, “savaş yıllarında iken İtilaf emperyalizmi ile el altından iş birliğine girişmiş” olmalarıdır. Anti-emperyalizm, emperyalizmin ortadan kaldırılmasına, bulunduğu yerden defedilmesine matuf bir olgudur. Devrime önderlik eden komprador burjuvazi, kompradorluğundan dolayı anti-emperyalist bir aksiyonu zaten üstlenecek yapıda değildir. Tezin bütününe, Kurtuluş Savaşı yıllarındaki sömürge, yarı-sömürge ve yarı-feodal yapının, savaştan sonra yarı-sömürge ve yarı-feodal bir yapı haline geldiği görüşü hakimdir. Hal böyle olunca Kurtuluş Savaşı’nın anti-emperyalist bir savaş değil, sömürge yapıyı tasfiye eden ama yarı-sömürge yapıyı koruyan, anti sömürgeci bir savaş olduğu savunulmuş oluyor.


Geçmişte bazı devrimci hareketler, komprador burjuvazinin emperyalizmle hiçbir zaman çatışmayacağını savundular. Yirminci yüz yılda ortaya çıkan örnekler, komprador burjuvazi ile emperyalizm arasında, azami kârdan kimin daha fazla pay almasına dair bitmez tükenmez çelişkilerin olduğunu ve bunun bazen, özellikle de işgal dönemlerinde çatışmaya dönüştüğünü, kompradorların efendi değiştirdiklerini gösterdi. Açıktır ki burjuvazinin hiçbir kesimi, eli altında bulunan pazarın, bir işgal ile elinden çıkmasını istemez. Bazı kesimler işgale istemeyerek boyun eğmek zorunda kalırken, bazı kesimler de direnme yolunu seçer. Komprador burjuvazinin ve büyük toprak ağalarının sınıf çıkarları, pazarın canlanması, yatırım ve iş imkanlarının genişlemesi, sermayenin imkansızlıklara takılmadan kendini yeniden üretmesinden geçer. Bundan dolayıdır ki yeryüzünü ahtapot gibi saran emperyalist sermayeye ihtiyaç duyarlar. Pazardaki güçlü dünya sermayesi, zayıf yerel sermayeyi bağımlı hale getirir. Hammadde kaynaklarının, işgücü sömürüsünün, rant gelirlerinin vb. aslan payını güçlü sermaye alır. Ekonomik, siyasi, askeri ve kültürel bağımlılığı, yani yarı-sömürge olgusunu yaratan da bu durumdur.


“Kurtuluş Savaşı” yılları ve sürecin dinamikleri


Devrime önderlik eden sınıfların, savaş yılları içinde emperyalistlerle el altından uzlaşmaya çalıştıkları görüşüne gelince, ortaya çıkan belgeler, Mustafa Kemal ve çevresinin, savaş yıllarında değil, savaş yıllarından önce emperyalistlerle uzlaşmaya çalıştıklarını gösteriyor. Mustafa Kemal’in İngiliz işbirlikçisi Vahdettin’e, yakın çevresinde bulunan arkadaşlarından oluşan ve kendisinin de muhtemelen harbiye nazırı olarak içinde yer aldığı bir kabine önerisinde bulunduğunu, Kemal’in, ittihatçıların içindeki İngilizci kanada mensup olduğunun bilinmesine rağmen, önerinin kabul görmediğini ve Karadeniz’de Rumlara karşı gelişen çeteci hareketleri bastırması ve bölgede güvenliği tesis etmesi için müfettiş olarak Bandırma vapuruyla Samsun’a gönderildiğini biliyoruz. Samsun’a ayak basmadan, Yunanistan’ın 15 Mayıs 1919 yılında Paris Konferansı’nda alınan karar gereğince İzmir’i işgal ettiğini, işgalin Türk egemenlerinde ve halkta yarattığı büyük infial üzerine; Mustafa Kemal’in, direnme kararı alıp ‘sineyi millet’e döndüğünü de biliyoruz.


Kurtuluş Savaşı yıllarında Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri, Kemalist burjuvazinin direnme örgütleriydi. Bu örgütler içinde orta burjuvazi de yer alıyordu. Savaşın başlangıcında orta burjuvazinin bir bölümü, Yunan işgaline karşı Çerkez Ethem Bey ve kardeşlerinin komutasında Kuvâ-yi Seyyâre adı altında ciddi bir varlık gösterdi. Yeşil Bolşevik olarak da adlandırılan ve Yeşil Ordu Cemiyeti’nin bir gücü olarak ortaya çıktığı söylenen Kuvâ-yi Seyyâre, padişah yanlısı gerici isyanları bastırınca meclisin yarısını kazanmakla kalmadı, meclis başkanlığını seçimle ele geçirdi. Demirci Mehmet Efe gibi çeteleri de kendine bağlayarak etkinliğini artırdı. Eskişehir’de, “Dünyanın Fukara-i Kâsibesi Birleşiniz,” alt başlığı ile çıkardığı Seyyare-i Yeni Dünya Gazetesi’ni de siyasetinin bir aracı haline getirdi. Ekim Devrimi’nin ürünü olarak ortaya çıkan Ankara’daki, Salih Hacıoğlu liderliğindeki Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası ile Bakü’de kurulan Türkiye Komünist Partisi bu hareketle aynı saflarda yer almış bulunuyordu. Bu durum, Kemalist hareketi ciddi bir şekilde endişelendiriyordu. Ekim Devrimi’nin desteğini alan bu güçler, savaş sürecinde giderek güçlenebilir ve Kemalist hareketi tehdit eder hale gelebilirdi. Bu güçler aynı zamanda, Kemalistlerin batılı emperyalistlerle uzlaşmalarının önünde bir engel haline de gelebilirdi. İttifakı değil, iltihakı esas alan Kemalist hareket, kendisine iltihak etmeyen bu güçleri tasfiye etme kararını verdi.


 İlkin, Seyyare-i Yeni Dünya Gazetesi’ni Ankara’ya naklettirip kendi kontrolü altına aldı. Ardından Kuvâ-yi Seyyâre’nin yakın müttefiklerinden Demirci Mehmet Efe’nin 800 kişilik gerilla ordusunu bir baskınla etkisiz hale getirdi. Hemen ardından, meclise haber vermeden, Yunan Ordusu ile savaş halinde olan Kuvâ-yi Seyyâre’ye saldırdı. Ankara’daki Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası’nı kapattı ve yöneticilerini tutukladı. En son, Mustafa Suphi başkanlığındaki TKP’nin merkez komitesini Karadeniz’de imha etti. Mustafa Kemal aslında niyetini, 22 Ocak 1921’de, yani Mustafa Suphi ve yoldaşlarının öldürülmelerinden altı gün önce BMM’de yaptığı konuşmada şöyle açığa vurmuştu:

“İşte bu serseriler, Türkiye Komünist Fırkası diye bir fırka teşkil etmişlerdir ve bu fırkayı teşkil edenlerin başında da Mustafa Suphi ve emsali bulunmaktadır. Bunlar kendilerine para veren, kendilerini himaye eden ve bunlara ehemmiyet atfeden Moskova’daki prensip sahiplerine yaranmak için birtakım teşebbüsatı serseriyanede bulunmuşlardır. Bu suretle memleketimize, milletimize hariçten komünizm cereyanı sokulmaya başlanmıştır…” ---------- Tüm bu operasyonlar, 1921’in ocak ayında gerçekleştirildi. Ardından Dışişleri Bakanı Bekir Sami, Londra Konferansı’na gönderildi. Kemalist hareket, böylece kendini hem yakın bir tehlikeden kurtarmış hem de emperyalistlere tarafını belli etmiş oluyordu. Tezlerde tüm bu bastırma hareketlerinin emperyalistlerin teveccühünü kazanmak için yapıldığı görüşü var. Bu doğrudur ama işin esası değildir. İşin esası Kemalist hareketin kendini bir devrim tehlikesinden koruması, sağlama almasıdır. ---------- Kemalist hareket, komünist ve işçi hareketi ile orta burjuvazinin bir kesimine karşı sınıf tavrını berrak bir şekilde gösterdikten sonra, aynı yıl içinde Kürtlere karşı nasıl bir siyaset izleyeceğinin mesajını da vermiş oldu. 1921’de özerklik talebiyle ayaklanan Koçgiri’yi çok kanlı bir şekilde bastırdı. Topal Osman’la birlikte Koçgiri köylerini yakan Merkez Orduları Komutanı Sakallı Nurettin Paşa, Calicula gibi yakmayı seven birisiydi zaten. Bu paşa, Rum mahallelerinden Rumları göçe zorlamak için İzmir’i yakan adamdır aynı zamanda. Topal Osman ise çoğumuzun malumudur. Balkan Harbi’nde tanındı. Sonra ünlü mahkumlardan bir çete kurdu. 1915’te Doğu Karadeniz’de başlayan Ermeni tehcirinde rol aldı. “Rumları eşek arıları gibi mağaralara doldurup tütsüleyerek bitireceğim” diyerek köyleri basıp katliam ve sürgünlere yol açtı. 1920’nin sonlarında, maiyetindeki Giresunlu bir birlik ile Çankaya’yı ve Meclisi korumayla görevlendirildi. Suphi ve yoldaşlarının imha edilmesi kararının uygulanmasında da Yahya Kahya ile birlikte rol aldı.


- Kurtuluş savaşı yıllarında tüm bu kanlı operasyonları gerçekleştiren Kemalistler bir yandan Bolşeviklerin silah ve altın desteklerini almayı, diğer yandan da İngilizlerle uzlaşma çabalarını sürdürdüler. Artık rahat hareket edebilirlerdi. Devrim tehlikesi bertaraf edilmiş, meydan iki hakim sınıf kanadına kalmıştı. Birinci kanat, saltanata ve hilafete karşı olan batı yanlısı kompradorlar ile bir kısım toprak ağalarından oluşan Kemalist kanattı. İkinci kanat ise, saltanat ve hilafet yanlısı kompradorlar, bir kısım toprak ağaları ve ulemadan oluşuyordu.


- Tüm bu gerçekler, Kurtuluş Savaşı’nın Türkiye topraklarında haklı bir savaş, emperyalizme darbe vuran anti-sömürgeci bir savaş olduğu gerçeğini ortadan kaldırmıyordu. Gelgelelim ki, kendi topraklarında haklı olan bu savaş, Pontus’ta, Lazistan’da, Batı Ermenistan’da ve Kürdistan’da (Koçgiri’de görüldüğü gibi) haklı karakterini yitirdi. Ermeniler ve Rumlar, kırıma ve sürgüne uğratılarak, yaşadıkları kadim topraklar üzerinde bir varmış, bir yokmuş hanesine yazıldı. Kürtler ise savaştan sonra inkâr ve zoraki asimilasyonla köleleştirildi.


Kemalist hareketin Kurtuluş Savaşı yıllarında iken iç muhalefeti tamamen bastırması, Ermeni ve Rum milli varlığını ortadan kaldırması, Kuzey Kürdistan’ın sömürge statüsünü ağırlaştırması ve giderek emperyalist gerici dünyanın bir parçası haline gelmesi, onun kurduğu yeni rejimin niteliğini de belirlemiş oldu. 1925’e kadar modernist yarı-faşist olan bu rejim, 1925’ten sonra, Takriri Sükûn kanununun çıkmasıyla birlikte modernist-faşist bir rejim haline geldi.


Komünist ve işçi hareketiyle orta sınıfların silahlı güçlerini yok etmiş olmasından dolayı Kemalist iktidar için artık en yakın tehlike ve bu anlamda asıl muhasım, hilafet ve saltanat kalıntılarıydı. Sultancı ve hilafetçi kompradorlar, bir kısım toprak ağaları ve ulema ile cebelleşmeyi ana hat olarak seçti. Bu durum ister istemez, Kemalist hareketi, karşısındaki muhasım gücün dayandığı kurumlar, düşünceler, kültür ve yaşam tarzları ile de cebelleşmeye soktu. İleri hamlelerini, reformlarını da bu kalıntılara karşı cebelleşme sürecinde gerçekleştirdi. Bu tabi aynı zamanda onun kendi iktidar kültürünü yaratma, yerleştirme çabasıydı.


“TC”nin kuruluşu sonrası Kemalist hareketin durumu 


1922’de Saltanat’ı kaldırdı ve ertesi yıl Cumhuriyeti ilan etti. Bu Kemalist kompradorların saltanatçı kompradorlara indirdiği ciddi bir darbe idi. 1924’te Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nu (Öğretim Birliği Yasası) çıkardı, medreseleri kapattı, din derslerini Milli Eğitim’in kontrolündeki okulların dışına sürdü ve ihtiyacı karşılamak için de ilahiyat fakültesi ile imam hatip okullarının kurulmasına karar verdi. Aynı yıl, hilafeti kaldırıp Cumhuriyeti ilan etti. Avrupa’daki topraklar ile Arap dünyasının kaybedilmesi, bu kurumu zaten güçten düşürmüş, göstermelik bir duruma sokmuştu. Buna rağmen hilafetin kaldırılması dinin devlet üzerindeki etkinliğine ve ulemaya yönelik bir darbe oldu. Kemalist hareket bu durumu, laikliğin ilanı olarak değerlendirdi.


1925’te bir kısım Kürt şeyhlerinin ve büyük toprak ağalarının önderliğinde, bağımsız bir devlet kurma amacıyla patlayan Şeyh Sait İsyanı bastırıldı ve tekçi eğilim güçlendi. Kurtuluş savaşı bitmiş ama parçalanma gerçekliği bitmemişti. Kemalistlere göre farklı milliyetler, diller, kültürler, inançlar, parçalanmanın nedeniydi. Osmanlıyı parçalaya, parçalaya ufaltan da bu gerçeklikti. Tek dile, tek kültüre, tek ulusa ve tek inanca dayanan bir ülke şarttı. Bundan dolayı Rumların ve Ermenilerin varlığına son verilmiş, Malakanlar Sovyetlere sürülmüş, Kürtlere verilen özerklik sözünden vazgeçilmiş, 1924’te artakalan Rumlar da Mübadele Yasası’yla Yunanistan’a gönderilmişti.


Kemalist hareket, Şeyh Sait İsyanını, sultancı kompradorlar ile sultanlık kalıntıları dahil tüm muhalif güçleri sindirmenin, Kürt milli varlığını inkâr etmenin bahanesi haline getirdi. Terakkiperver Fırkası’nı, Orak Çekiç Gazetesi’ni kapattı, taraftarlarını tutukladı. Sendikaları ve grevleri yasakladı. Bunu yaparken de modernleşme yolundaki yürüyüşünü sürdürdü. 1925’te, “Tekke ve Zaviyeler ile Türbelerin Seddine ve Türbedarlar ile Bazı Unvanların Men ve İlgasına Dair Kanun” çıkarıldı. Bütün tarikatlarla birlikte şeyhlik, dervişlik, müritlik, dedelik, seyitlik, çelebilik, babalık, emirlik, halifelik, falcılık, büyücülük, üfürükçülük yasaklandı. Bu yasa ile Alevilik de yasaklanmış, Sunnileşme ve Türkleşmeye dayanan tekçilik yolunda önemli bir adım atılmış oldu.


1926’da İsviçre Medeni Yasası kabul edildi. Bu yasa ile tek eşlilik, resmi nikah, kadınların istedikleri alanda çalışma hakları; miras, boşanma ve şahitlik haklarında eşitlik gibi haklar güvence altına alındı.


1930’lara gelindiğinde, faşizm olgusu tüm dünyayı etkisi altına almış, Nazilerin başlattığı saf ve üstün Aryan Irkı ve bu ırka bağlı ulusun, dilin, kültürün insanlığa egemen olma hakkı tartışmaları tüm dünya uluslarında ulusal bencilliğin çeşitli biçim ve derecelerde hortlamasına yol açmış bulunuyordu. Türklerin batılılar tarafından asırlar boyunca sarı ırka mensup barbarlar diye horlandıklarını, Selçuklu ve Osmanlı hanedanlarının da Etrâk-i bî idrâk olarak gördükleri Türkleri, Arap İslam dünyasının arka planına ittiklerini savunan Kemalistler, tekçiliğe ve modernleşmeye bağlı olarak bir tarih ve dil teorisi oluşturma çalışmalarına başladılar. Kurtuluş Savaşı ile batı dünyasını yenen ve yükselişe geçen Türk varlığının, tarih, dil ve kültür gücünü de tüm dünyaya gösterme zamanı gelmişti.


- 1923’te Darülfunun’a verilen tarih tezi oluşturma görevi, 1930’da 16 kişilik bir Tarih Heyeti’nin oluşturulması şeklinde ete kemiğe büründü. Heyet, batı ve İslam merkezli tarih anlayışına karşı “Türk Tarihinin Ana Hatları” adlı bir çalışma yayımladı. İleri sürülen görüşler, Orta Asya’daki güçlü Türk uygarlığının, göçler aracılığıyla, tıpkı güneş ışınlarının yayılması gibi Çin, Hindistan, İran, Mezopotamya, Anadolu ve Mısır’a yayıldığı ve bu bölgeleri uygarlaştırdığı yönündeydi. Tarih Heyeti, 1931’de adını “Türk Tarih Tedkik Cemiyeti”, 1935’de ise “Türk Tarih Kurumu” olarak değiştirdi.


Mustafa Kemal, cemiyetin çalışmalarını yakından izliyor, “Anadolu 7000 yıllık Türk beşiğidir,” görüşünü savunuyordu. Ona göre Sümer, Hitit, Urartu ve Yunan medeniyetinin kökü Orta Asya’ya dayanıyordu. Araştırmalar, arkeolojik kazılar, Almanya’dan kaçıp Türkiye’ye sığınan Yahudi bilim adamlarının da desteği ile yoğunlaşmıştı.


Mustafa Kemal, 1 Kasım 1936’da meclis açılış konuşmasında, Alacahöyük’te yapılan kazılarda bulunan eserlerin 5500 yıllık Türk tarihinin aydınlatılmasına ışık tutacağı iddiasında bulundu.


Türk dili üzerine yapılan çalışmalar da tarih çalışmalarına bağlı ve ona paralel olarak yürütüldü. Ortaya atılan “Güneş Dil Teorisi” fikri etrafında bir “Güneş Dil Teorisi ve Dil Karşılaştırmaları Komisyonu” kuruldu. Komisyon 1935’de bir rapor hazırladı. Rapor, Orta Asya’dan güneş ışınları gibi yayılan Türk medeniyetinin güçlü dilini ele alıyor, bu dilin etkilerini ve doğurduğu dilleri karşılaştırmalı bir şekilde inceliyordu. Bu güneş dili, ışınlarını Atlantik’in ötesine bile yaymıştı. Amazon’un adı, ‘Amma Uzun’dan, Niyagara’nın adı da ‘Ne Yaygara’dan geliyordu. Türkçe Tarihin en eski diliydi ve birçok dil bu dilden doğmuştu.


Otuzlu yıllarda tekçilik, en çok Türkleşme ve Türk üstünlüğü konusunda kendini gösterdi. Bunun yanında, modernleşme, muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkma çabaları da sürdü. Üst ve orta sınıfa mensup Nezihe Muhiddin ve Şükûfe Nihal gibi kadınların önderliğinde, 1923’de Kadınlar Halk Fırkası’nı oluşturmaları ve izin verilmeyince bunu Türk Kadınlar Birliği’ne dönüştürerek mücadeleyi sürdürmeleri, 1934’de kadınlara seçme ve seçilme hakkının tanınmasına yol açtı. Ancak bu süreç zorlu oldu. Anadolu’da şubeler açan, 500 üyeye ulaşan ve Türk Kadın Yolu dergisini çıkaran birliğin başkanı Nezihe Muhiddin tasfiye edildi. Birlik, yardımlaşma kurumuna dönüştürüldü. Güncel yaşam sorunları ve Kemalist tandanslı dar milliyetçi feminizm sınırları içine hapsedilen Türk Kadın Yolu dergisi de 1927’de yayınına son vermek zorunda kaldı. Kemalist rejim, seçme seçilme hakkının kazanılmasından sonra, kadınlara, haklarını elde ettiklerini, artık dergi çıkarmalarına gerek olmadığını bildirdi. Türk Kadınlar Birliği’nin CHP’ye katılması sağlanarak, varlığına son verildi.


Sonuç olarak, Kemalist hareketi modernist ve faşist yönleriyle kavramak gerekiyor. Bu hareketin modernist yönü, kısmi bir aydınlanmaya ve laik yaşama yol açtı ve bu yönüyle de en çok Türk aydınlarını etkiledi. Ama bizi biz eden geçmiş kültürümüzden bir yönüyle kopardı. Bağrında veya yanı başında asırlar boyu yaşadığımız, dilinden ve kültüründen etkilenip zenginlikler devşirdiğimiz İran, Arap, Ermeni, Kürt, Rum, Süryani gibi güçlü yerleşik uygarlıklardan da kopardı. Faşist yönü ise günümüzü de içine alan, ezen, ağır sorunlara, travmalara yol açtı. Ülkenin demokratikleşmesini, milliyetçi, tekçi, inkârcı, katliamcı karakteriyle engellemeye çalıştı.


Modernist ve faşist kavramların çelişen kavramlar olmadığını burada belirtmem gerekiyor. Modernizm veya modernleşme, kapitalizmin ve kapitalist devletlerin, hangi biçimde olursa olsun ister demokratik ister monarşik, isterse faşist biçimde olsun, vazgeçemeyeceği bir olgudur. Azami kârın olmazsa olmazıdır. Her biçim, modernleşmeyi kendi meşrebine uygun bir tarzda uygular. Kemalizm’i günümüze kadar yaşatan, ayakta tutan, aydınların gözünde muteber kılan da zaten onun bu modernist yanıdır.

Muzaffer Oruçoğlu Diğer Yazıları

Yazarın başka bir yazısı bulunmuyor