Politik Mülteciler Sınıf Mücadelesinin Neresinde Durmalı?

Politik Mülteciler Sınıf Mücadelesinin Neresinde Durmalı?

İnsanın kendini tanımlama da sadece insan kavramının yeterli olduğu zamanların üzerinden binlerce yıl geçti. Canlıların ve özelde insanın insanlaşma evriminin bir bütünü içerisinde değerlendirildiğinde esasen bu “binlerce” yıl abartılacak bir önemde olmayıp, bir saatin birkaç dakikalık dilimi kadar düşünülebilir. Yerleşik hayata geçişin ardından tarım ve sanayi toplumuna giden yolda karmaşıklaşan iş bölümü pek çok farklı kimlik ve rolü de beraberinde getirmiştir. Ulusal,sınıfsal,etnik,cinsel,inanç kimliklerin yanında bir de değişken yapıda olan ve oldukça geniş bir kesimi kapsayan işsizler,mülteciler,gençler gibi toplumsal ara katmanlar ortaya çıkıyordu. Bu katmanların değişkenliği esasen bugün işçi olan birinin yarın işsiz olabilmesi ya da bugün anayurdunda yaşayan bir kişinin yarın mültecileşebilmesi üzerinden gelmektedir. Nitekim rahatlıkla söyle biliriz ki,kendi yaşamımız içinde pek çoğumuz bu değişimleri bizzat tecrübe etmişizdir.

Bu yazı esasen mülteci kimliği üzerinden bizlere yapılan ayrımcılık konusunda bir farkındalık yaratmayı ( ne yazık ki pek çok mülteci yaşadığı ayrımcılığı normal görmekte) ve kolektif pratik bir tutum geliştirme tartışmalarına giriş adımı atmayı hedeflemektedir. İsviçre gibi mülteciliğin karmaşık yapıda kategorize edildiği(N,F,B,S,L,C) ve vatandaşlık prosedürlerinin “imkansıza” yakın şartlara tabi olduğu bir ülke de hak talep etmek ve mevcut hakların bilincinde olmak ayrı bir önem arz ediyor “Federal İstatistik Dairesinin 2021 yılı verilerine göre İsviçre’nin nüfusu 8 milyon 698 bin. Ülkedeki toplam nüfusun %26’sı, vatandaş olmayan göçmenlerden oluşuyor. Verilere göre, 15 yaşın üzerindeki daimi ikamet eden göçmen nüfusun oranı %39 oldu. Bu oranın %31’ini birinci, %8’ini ikinci kuşak oluşturuyor.”(*) Bu rakamlar bize gösteriyor ki İsviçre’de daimi olarak yaşayan her 4 kişiden biri kısıtlı haklara sahip olma durumu ile karşı karşıyadır. İş piyasasında emeğini daha ucuza satmaya ve çoğu zaman kamu kurumlarında (hastane,belediye,huzurevi vb) ücretsiz çalışmaya zorlama dayatması,siyasal hayattan izole edilme(seçme ve seçilme hakkı olmadığı için), mesleki ve akademik eğitim hakkının gasp edilmesi ve tüm haksızlıklara karşı vereceği hukuki mücadele araçlarının ağır ekonomik kriterlere (yüksek mahkeme harçları ve avukat ücretleri) bağlı olmasından kaynaklı fiiliyatta kullanılamaması.

Burjuva devletleri iki ana kategori de değerlendirmek mümkündür : demokratik ve otoriter. Bu konuda ,işçi ve sendikal örgütlenmelere yaklaşım, ifade özgürlüğü ve demokratik eylemlere açılan alan,farklı siyasal ve toplumsal kesimlerin yönetimdeki temsiliyeti belli başlı ana kriterlerdir. Son 30 yılda sosyalizmin (SSCB) bir “tehdit” olarak ortadan kalkmasına ve yakın dönemde Avrupa genelinde sağın yükselişine paralel Kıta Avrupasında sosyal ve demokratik haklar hızla ve büyük oranda tırpanlanmıştır. Bu gerileme gündelik hayatta iki biçimde kendini göstermektedir;

1- Yasal değişikliklerle kazanılmış hakların gasbı.
2- Kazanılmış ve yasal hakların fiiliyatta kullandırılmaması.

Toplumsal yaşam içerisinde dezavantajlı (dil ve ifade sorunu,haklarının bilincinde olma) ve örgütsüz bir toplama denk düşen mülteciler açısından bireysel kurtuluş ve çözüm araçları yaratma eğilimi en güçlü hareket tarzını oluşturmaktadır. Esasen sistemde onları “entegrasyon” adı altında bu yönde yol almaya zorlamaktadır. Mevcut hakların dahi kullandırılmadığı ya da yasal olarak gasp riski ile karşı karşıya olduğu bir atmosferde yeni ve daha ileri haklar için mücadele azmi ne yazık ki oldukça zayıftır.

Türkiye ve Kuzey Kürdistan’da yaşayan pek kişi günlük hayatta polisin insanları durdurması kimlik sorması ardından ve bazılarını kenara ayırmasına denk gelmiştir. Bu durum bazı coğrafyalarda saat başı karşılaşılabilecek kadar “rutindir”.Bizler sadece kimlik kartındaki doğum yeri hanesinde yazılı şehirden dolayı “kenarda” bekletilen,kimlik tacizi ve potansiyel “suçlu” muamelesi görmenin rahatsızlığını fazlasıyla yaşamış insanlarız. Yaşamın tamamına yayılan haksızlıklara karşı insani ve devrimci bir tutum almanın bir sonucu olarak ülkemizi terk etmek zorunda bırakıldık.Bu ayrımcılık ve kimlik tacizi AB ve İsviçre’de nüans farkları dışında aynı şekilde devam etmektedir. Eğer F kategori de iseniz çalışma hakkınız olmasına karşın işverenlerin sözleşmişçesine size iş vermemesi,eğer sosyal yardım alıyorsanız pek çok emlak firmasının size ev kiralamaması,Nazi Almanyasında sarı yıldız taşımak zorunda olan Yahudiler gibi üzerinde sol üst köşesinde çift çizgi bulunan ve mülteci pasaportu olarak tanımlanan seyahat belgesi ile yolculuk yapıyorsanız,bu belge seyahat için tek başına yeterli olması karşın, banka kartınız,çalışma ve oturum kartınız vb ek belgelerin talep edilmesi aksi durumlarda sınırlardan geçişinin engellenmesi vb vb pek çok örnek bu yeni coğrafyadaki kimlik tacizinin gündelik yaşamdaki yansımalarıdır.

1951 Cenevre Sözleşmesi olarak bilinen Birleşmiş Milletler Mülteci Hakları Sözleşmesi, mülteci haklarını ve devletlerin sorumluluklarını belirleyen en önemli uluslararası belgedir. Buna göre tanınmış mülteci statüsündeki her kişi aşağıdaki haklara sahiptir ;
Ayrımcılık görmeme,
Din özgürlüğü,
Mal ve mülk edinme hakkı,
Dernek kurma hakkı,
Çalışma hakkı,
Eğitim hakkı,
Sosyal yardım ve sosyal güvenlik,
Serbest dolaşım ve yerleşme hakkı,
Seyahat belgesi alma hakkı . (**)

Yukarıdaki maddeler halinde sıralanan tanınmış hakların pratik uygulamada çoğu zaman görmezden gelindiği ,keyfi şekilde gasp edildiği ve yok sayıldığı mülteci statüsü ya da geçmişi olan her birey tarafından binlerce örnekle somutlanabilir. Mevcut haklarına sahip çıkmada dahi ürkek ve kaygılı duran bir topluluğun yeni haklar kazanması bir yana daha da geriye düşmesi kaçınılmazdır ve yaşanılan tam olarak budur. Tüm bu tekil ve olumsuz örnekler ırkçı memurlar ya da istisnai durumlarla açıklanmayacak kadar sistemli ve merkezi bir politikanın sonucudur ama örgütlü ve sistematik bir teshir,itiraz geliştirmedikçe devletler ve güdümündeki medya araçları tarafından bu şekilde yanstılmaya devam edecektir.

Avrupa’da yerel demokrasi güçleri dışında yürütülen politik ve demokratik mücadelenin en “diri” kesiminin Türkiye ve Kürdistanlı politik kurumlar olduğunu ifade edebiliriz. Yerel demokrasi güçlerinin gündeminde mültecilerin yaşadığı yeni tipte “kölelik” gerçekliği büyük bir yer kaplamaz ve kısmi dayanışmacı bir siyaset izlenirken,politik mülteci kurumlarında ise bu eksende bir siyaset geliştirme iki ana yanlışla geri ötelenmektedir. Bu yanlışlardan ilki ; “bizi kendi ülkemizin demokrasi sorunları ve devrimi ilgilendirir” gibi sol ama aynı zamanda eylemsizliği esas alan pasifist hatta yükselirken,ikinci yanlış ise “Türk devletini izole etmede diplomasi ve lobicilik çok önemli yaşadığımız ülkelerin egemenleri ile çatışmamalı aksine onların desteğini almalıyız” üzerinden teorize edilmektedir. Her iki anlayışta Avrupa’daki mücadeleyi maddi kaynak ya da egemen sınıflardan politik destek yaratma düzeyine indirgedikleri için bir yandan politik kitleleri içerisinde hızla apolitikleşme,devrimci reflekslerin zayıflamasına ve nihai olarakta erime sonucu ile karşı karşıyayken diğer yandan da egemen sınıflar karşısındaki geri ve uzlaşmacı tutumları yerel demokrasi güçleri karşısındaki saygınlıklarını da ciddi şekilde zedelemektedir.

1848 ayaklanmasına aktif şekilde katılan Marks ve Engels ayaklanmanın yenilmesi sonrasında İsviçre üzerinden kaçmak zorunda kaldıkları Londra’ya gittiklerinde sadece bilimsel çalışmalarla uğraşmamıştır.
1864 kurdukları Uluslararası İşçi Birliği ile bir yandan dünya sosyalist hareketine ve sendikalara grev hakkı,8 saatlik çalışma hakkı vb konularda önderlik ederken, greve çıkan Paris Metal İşçileri,Cenevre İnşaat İşçileri,Belçika Kömür İşçileri,Edinburg ve Londra tekstil işçileri dayanışma eylemleri geliştirmiştir. Uluslararası İşçi Birliği, ABD İç Savaşında köleliğe karşı,Prusya-Fransa savaşında emekçilerin bu savaşta çıkarı olmadığı ve hemen ve koşulsuz barış ve İrlanda’da sömürgecilik karşıtı direnişin meşruluğuna kadar çok geniş bir geliştirdiği politik tutum geliştirerek Paris Komününe giden yolun da taşlarını döşemekteydiler.

Kapitalist sömürü ilişkiler karmaşası içerisinde ezilen pek çok farklı kesim ve mücadele örgütü karşımıza (Kadınlar,İşçiler,Mülteciler,LGBTİ+,Ekolojistler,Antifa’lar,Alternatifçiler,Feministler) çıkmaktadır. Mücadele tarihinden edinilen tecrübeler bize gösteriyor ki “farklı” kanallarda şekillenen bu mücadeleler ana eksenine sosyalizmi koymadıklarında nihai olarak mücadele ettikleri sistemin kötü bir karikatüründen öteye gidememektedirler. Sonuç olarak sınıf ve demokratik haklar mücadelesini yarına öteleyen tüm “makul” gerekçeler nihai olarak burjuvazinin değirmenine su taşımaktadır.
*-https://gasteavrupa.org/2023/08/07/isvicre-nufusunun-yuzde-39u-gocmen-kokenli/

**- https://www.ilticahaber.com/1951-cenevre-sozlesmesi-tam-metin/ 

Sinan Bakır 

Bu yazı ilk olarak İDHF Bülteni Kasım Sayısında yayınlanmıştır.